"Birkaç yıldır tartışıyoruz.
Türkiye değişiyor, düzen değişmeli vesaire...
İnsan durağan bir mahluk değil; doğumdan itibaren tekamül başlıyor.
Değişim -yahut dönüşüm- “de facto” bir oluş aslında...
Hiç kimse aynı kalmıyor.
Ne fiziki olarak, ne düşünce, ne hayat tarzı...
Tekamül, gelişim, dönüşüm...İlerlemenin, olgunlaşmanın itici gücüdür bunlar...
Hayatın içinde iseniz ya bu değişime maruz kalırsınız ya da iradenizle değişirsiniz.
***
Modern zamanlar birey olmayı önceliyor.
Birey olmak, tek ve eşsiz olmak demek...
Eşsizsin, yani özelliklerinle, noksanlarınla, hislerinle, korkularınla, görünümünle seninle aynı olan bir ikinci kişi yok dünyada...
Ama bireyden topluma geçişte, o tekillik yerini benzerliklere, duygusal ve zihni alışverişe bırakıyor.
Siyasi, ideolojik örgütlerden arkadaşlıklara kadar birliktelikler böyle oluşuyor.
***
Rasyonelleri olan, daha iyiyi, insani olanı hedefleyen değişim, aslında hayatı güzelleştiriyor, anlamlandırıyor.
Kendinizde veya yakınlarınızda bu değişimi gördüğünüzde mutlu oluyorsunuz.
Hedefi belli, kullanılan araçları ahlaki ve insani niteliklere sahip bir değişim bu...
Hakiki iyiye, doğruya doğru bir değişim...
***
Lakin insan nefsani bir varlık; ve değişmek de aslında çok bıçak sırtı bir oluş...
Rasyonel motivasyonla makule doğru değişirken, farkında olmadan başka bir mecraya kayabiliyoruz.
Kimi zaman zaaflar, kimi zaman hırslar, arzular giriyor devreye...
Ve iyiye doğru başlayan değişim, o hırsların, arzuların peşine takılıp, bizi özümüzden uzaklaştırmaya başlıyor.
Fark ettirmeden...
Birey olmanın iyileştirici gücünden, egosantrizmin bencilliğine kayabiliyoruz mesela...
Ulaşılmak istenen hedefin çekiciliği -ve bazen- erişilmezliği, bizi sahici yapan değerleri, farklılıkları silikleştirebiliyor.
Başarının büyüsü, başımızı döndürebiliyor.
Dedim ya, insan nefsani bir varlık...
Korkular, arzular, hırslar, o güzelim değişimi farklı bir eksene taşıyabiliyor.
Değişmiş oluyoruz ama neye ve ne pahasına?
Ve ne zamana kadar?
Bir gün, “değer miydi?” sorusu beynimize bir kıymık gibi saplanıncaya kadar..."
(İktibas: Türkiye Gazetesi - Mustafa Selçuk)
13 Aralık 2009 Pazar
10 Eylül 2009 Perşembe
Sultan İkinci Abdülhamid Han

- Türkiye Gazetesi - İrfan Özfatura - İz Bırakanlar: "O gitti devlet bitti"
- Türkiye Gazetesi - İrfan Özfatura - İz Bırakanlar: "Dîvâne sen değil bizmişiz"
- Türkiye Gazetesi - Ekrem Buğra Ekinci - Dünden Bugüne: "Osmanlı ve İsrail..."
- Türkiye Gazetesi - Ekrem Buğra Ekinci - Dünden Bugüne: "Sultan Hamid’in tahtına mal olan FİLİSTİN"
27 Haziran 2009 Cumartesi
Necip Fazıl Kısakürek - Çile

Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı
Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı
Bir bardak su gibi çalkalandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye
Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;
Mekâni bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.
Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu ögrensem asıl?
Bir fikir ki sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük
.Selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.
Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!
Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.
Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle...
Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.
Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!
Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.
Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymak gibi, beynimde.
Lugat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?
Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?
Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerrecigim ki, Arş'a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!
Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmis zamanın, hem geleceğin.
Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!
Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.
Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuza varmak...
27 Nisan 2009 Pazartesi
Necip Fazıl Kısakürek - Reis Bey
Necip Fazıl Kısakürek'in, "Reis Bey" isimli eserinin sonundaki unutulmaz diyalog:
Merhamet...
İnsanlara merhameti öğretmek, insandaki kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine; hohlaya hohlaya yumuşatmak.
Merhamet...
Hava gibi, su gibi muhtac olduğumuz iksir. Başağı bir cemiyeti, başkuyarı edecek bir kudret. Acımasızca idama götürdüğüm çocuk bana "Buz çölünde yol alıyorsunuz." demişti. Hepimiz, bütün insanlık buz çölünde yol alıyoruz! Aldığımız nefesler bile sipsivri kayalar şeklinde donuyor. Bakarken gözle bıçaklıyor, dinlerken kulakla zehirliyoruz. Bütün bunların kanunlarını bilmiyoruz da kanun çıkarmaya kalkıyoruz. Olur mu hiç? Sen kaplanı yetiştir, besle, sonra pençe atıyor diye kement at; ipe çek! Yazıktır kaplana, günahtır kaplana! Merhamet!
- Hakim: O halde ceza ölçüleri, hak, adalet ve kanunlar lüzumsuz öyle mi?
- Reis Bey: Öyle değil... Bunlar doktorun çare bulamayınca bütün bir uzvu budamaya mecbur
kalması gibi iç tedavi üzerinde tedbirler.
- Savcı: Efendim, merhamet ekmek olsa da bütün insanlığa dilim dilim dağıtılsa, payına hiçbirşey düşmeyecek lanetli budur! Üstelik yüce reislik makamından bitirimhanelere düşüp ipten kazıktan kurtulma insanlar arasında eroin çetesi kuran bir bedbahtın karşınızda kurtarıcı edasıyla adalet dersi vermeye kalkışması; tam bir şenaattir! kendisine yine reislik makamındayken söylediği bir sözü hatılatırım "Bizi daima işlenen suçun cüzzamlı suratına bakmaktan kaçıran bu edebiyat esnaflığını bir yana bıraksınlar ve bu görünen suçun görünmeyen bir yanı varsa onu ortaya döksünler!"
- Reis Bey: Sayın savcı, beni eski anlayışım ve prensiplerimle mahkum ettirmek istiyorlarsa, bilsinler ki; ben zaten onun mahkumuyum.
- Avukat: Muhterem reis bey; (hakime hitaben) Sayın savcıyı, sanık sanılan büyük şahsiyetin fikirlerini, inançlarını ve ideallerini daha yakından anlamaya davet ediyorum; ancak bu taktirde onun bitirim yerinde ne aradığı anlaşılabilecektir. Bütün dünya, kanunların ve hakim kürsüsünün tam hakkını verdikten sonra, insandaki gizli ruh noktalarına, iç hakikatine eğilen, bu yüce hakikati arayan, onu aramanın işkenceli hayatını yaşayan bir adalet kahramanı karşısındadır. Büyük bir takdirle belirtelim ki başkanı bulunduğum baro, şu anda bu yepyeni adalet kahramanını azizleştirmek için formül aramaktadır. Eminiz ki bitirim tipleri arasındadır suçlu. Bıçakları ve tabancayı reis beyin bitirim yerinde doğruyu göstermek için topladıklarını kendi şahıslarını ortaya koymaksızın söylediler; ama eroine ait hiçbiri bir ipucu vermedi "Bilmiyoruz" demekle yetindiler. bu kişilerin ayrıca izinsiz silah taşımaktan ve eroin işinden sorguya çekilmelerini talep ediyorum!
- Reis Bey: Asla diyorum asla! Boş toprakta define aranırcasına suçlu aranmaz! Ancak meydana çıkarsa görülür. Kimseyi cebime eroin koymakla suçlandıramam ve benim hesabıma suçlandırılmalarına razı olamam! Eğer gerçek suçlu gerçekten aramızdaysa, benim hesabıma mutlaka bağışlanacağını fakat kanun hesabına muhakkak kıstırılacağını bilerek kendi kendisine ortaya çıkmasını dilemekten başka yapabileceğimiz hiçbirşey yok.
- Savcı: İşte... Af ve merhamet rejiminin insandaki kötülük iktidarını ortadan kaldıracağı tezine en güzel fırsat. Buyursunlar gerçek suçluyu ortaya çıkarsınlar.
- Reis Bey: Bu ne acındırıcı mantık... Benim merhamet tezim bir dedektif kaidesimidir ki suçluyu bulsun? Ben diyorum ki "Her fert başucuna suçlu benim; herkes suçsuz! levhasını asmalıdır". Ben diyorum ki "Yegane kurtluşumuz herkesin herkesi affetmesindedir." daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer; ama görüyorum ki anlatamıyorum... hissediyorum ama anlatamıyorum! çocuk, "Ağlayabilseydiniz anlyabilirdiniz" dedi. Ağladıkça anlıyorum... Ağladıkça anlıyorum... Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim. Hem de öylesine kaybettim ki; Amerika'da bir cinayet işlense de, dünya çapında bir ses sorsa; "Katil kim?", "Benim!" diye haykırabilirim! Soğuk kış geceleri, köprü altında yatan çıplakların vebali benim boynumda, gömleğimin yakasında... İsterse çareme adli tıp baksın; fakat bir hastaneye girsem de kan kanseri çeken hastalar görsem "Acaba onları bu hale ben mi getirdim?" diye düşünüyorum. Ben ne yaptım? Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim? Hangi mukaddesi kirlettim ki; kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum? Dışımda ne arıyorlar? İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar bütün ülkeyi sarar diye; tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum! Reis beyefendi(hakime hitaben); Ceketim benimdir! Celp benim ceketime aittir. Erion de o cebin malıdır. Ben suçluyum bana acımayın reis beyefendi... Bana acımak merhamete haksızlık olur!
Merhamet...
İnsanlara merhameti öğretmek, insandaki kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine; hohlaya hohlaya yumuşatmak.
Merhamet...
Hava gibi, su gibi muhtac olduğumuz iksir. Başağı bir cemiyeti, başkuyarı edecek bir kudret. Acımasızca idama götürdüğüm çocuk bana "Buz çölünde yol alıyorsunuz." demişti. Hepimiz, bütün insanlık buz çölünde yol alıyoruz! Aldığımız nefesler bile sipsivri kayalar şeklinde donuyor. Bakarken gözle bıçaklıyor, dinlerken kulakla zehirliyoruz. Bütün bunların kanunlarını bilmiyoruz da kanun çıkarmaya kalkıyoruz. Olur mu hiç? Sen kaplanı yetiştir, besle, sonra pençe atıyor diye kement at; ipe çek! Yazıktır kaplana, günahtır kaplana! Merhamet!
- Hakim: O halde ceza ölçüleri, hak, adalet ve kanunlar lüzumsuz öyle mi?
- Reis Bey: Öyle değil... Bunlar doktorun çare bulamayınca bütün bir uzvu budamaya mecbur
kalması gibi iç tedavi üzerinde tedbirler.
- Savcı: Efendim, merhamet ekmek olsa da bütün insanlığa dilim dilim dağıtılsa, payına hiçbirşey düşmeyecek lanetli budur! Üstelik yüce reislik makamından bitirimhanelere düşüp ipten kazıktan kurtulma insanlar arasında eroin çetesi kuran bir bedbahtın karşınızda kurtarıcı edasıyla adalet dersi vermeye kalkışması; tam bir şenaattir! kendisine yine reislik makamındayken söylediği bir sözü hatılatırım "Bizi daima işlenen suçun cüzzamlı suratına bakmaktan kaçıran bu edebiyat esnaflığını bir yana bıraksınlar ve bu görünen suçun görünmeyen bir yanı varsa onu ortaya döksünler!"
- Reis Bey: Sayın savcı, beni eski anlayışım ve prensiplerimle mahkum ettirmek istiyorlarsa, bilsinler ki; ben zaten onun mahkumuyum.
- Avukat: Muhterem reis bey; (hakime hitaben) Sayın savcıyı, sanık sanılan büyük şahsiyetin fikirlerini, inançlarını ve ideallerini daha yakından anlamaya davet ediyorum; ancak bu taktirde onun bitirim yerinde ne aradığı anlaşılabilecektir. Bütün dünya, kanunların ve hakim kürsüsünün tam hakkını verdikten sonra, insandaki gizli ruh noktalarına, iç hakikatine eğilen, bu yüce hakikati arayan, onu aramanın işkenceli hayatını yaşayan bir adalet kahramanı karşısındadır. Büyük bir takdirle belirtelim ki başkanı bulunduğum baro, şu anda bu yepyeni adalet kahramanını azizleştirmek için formül aramaktadır. Eminiz ki bitirim tipleri arasındadır suçlu. Bıçakları ve tabancayı reis beyin bitirim yerinde doğruyu göstermek için topladıklarını kendi şahıslarını ortaya koymaksızın söylediler; ama eroine ait hiçbiri bir ipucu vermedi "Bilmiyoruz" demekle yetindiler. bu kişilerin ayrıca izinsiz silah taşımaktan ve eroin işinden sorguya çekilmelerini talep ediyorum!
- Reis Bey: Asla diyorum asla! Boş toprakta define aranırcasına suçlu aranmaz! Ancak meydana çıkarsa görülür. Kimseyi cebime eroin koymakla suçlandıramam ve benim hesabıma suçlandırılmalarına razı olamam! Eğer gerçek suçlu gerçekten aramızdaysa, benim hesabıma mutlaka bağışlanacağını fakat kanun hesabına muhakkak kıstırılacağını bilerek kendi kendisine ortaya çıkmasını dilemekten başka yapabileceğimiz hiçbirşey yok.
- Savcı: İşte... Af ve merhamet rejiminin insandaki kötülük iktidarını ortadan kaldıracağı tezine en güzel fırsat. Buyursunlar gerçek suçluyu ortaya çıkarsınlar.
- Reis Bey: Bu ne acındırıcı mantık... Benim merhamet tezim bir dedektif kaidesimidir ki suçluyu bulsun? Ben diyorum ki "Her fert başucuna suçlu benim; herkes suçsuz! levhasını asmalıdır". Ben diyorum ki "Yegane kurtluşumuz herkesin herkesi affetmesindedir." daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer; ama görüyorum ki anlatamıyorum... hissediyorum ama anlatamıyorum! çocuk, "Ağlayabilseydiniz anlyabilirdiniz" dedi. Ağladıkça anlıyorum... Ağladıkça anlıyorum... Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim. Hem de öylesine kaybettim ki; Amerika'da bir cinayet işlense de, dünya çapında bir ses sorsa; "Katil kim?", "Benim!" diye haykırabilirim! Soğuk kış geceleri, köprü altında yatan çıplakların vebali benim boynumda, gömleğimin yakasında... İsterse çareme adli tıp baksın; fakat bir hastaneye girsem de kan kanseri çeken hastalar görsem "Acaba onları bu hale ben mi getirdim?" diye düşünüyorum. Ben ne yaptım? Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim? Hangi mukaddesi kirlettim ki; kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum? Dışımda ne arıyorlar? İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar bütün ülkeyi sarar diye; tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum! Reis beyefendi(hakime hitaben); Ceketim benimdir! Celp benim ceketime aittir. Erion de o cebin malıdır. Ben suçluyum bana acımayın reis beyefendi... Bana acımak merhamete haksızlık olur!
Cam Şişe
Bilmem sizde de böyle midir (büyük ihtimalle değildir), suyu önce bir sürahiye koyup ardından susadıkça kalkıp sürahiye gitmek bir bardak doldurmak ve içmek; bana fazla medeni, yapmacık ve lüzumsuz geliyor. Ben su içme sorununu şöyle çözüyorum, önce eve aldığım herhangi bir içeceğin bitmesini bekliyorum, içecek bittikten sonra alıyorum halis musluk suyula güzel bir çalkalıyorum, ve bu suyu boşaltıyorum, tekrar suyla dolduruyorum, kapağı açık bir şekilde takriben 2 gün öyle bekletiyorum bundan maksadım, şişeye sinmiş olan cola/fanta/sprite/schweppes aromasının, içmek için doldurduğum suya sirayet etmesini engellemek. Bu işlemlerin ardından şişem kullanıma hazır hale geliyor. Ve bu şekilde ev içindeki su ihtiyacımı karşılıyor(d)um. Bulunduğum öğrenci evinde belki en kaliteli, severek tükettiğimiz ürün; suyumuz. Bu nadide ürünü plastik şişelerle heder etmek bana uzun zamandır çok insafsızca geliyordu, sürahiden doldurup içmeye de katlanamayacağım için tek bir alternatif kalıyordu, o da: cam şişe!
Haftalar önce kafaya koymuştum bir cam şişe almayı, fakat sınavlar gelip
bu da böyle bir anımdı.
25 Nisan 2009 Cumartesi
Büyük Taşlara Öncelik
"Bu hikâye Kellog Business School’da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçmiş:
Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra; “Bugün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir imtihan yapacağız” dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü: “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladıar. Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir defa daha sordu: “Bu kavanoz doldu mu?” Bir öğrenci “Dolmadı herhâlde” diye cevap verdi. “Doğru” dedi, profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş bütün kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.Sınıftakiler bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya kadar suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, bir boşluk mutlaka vardır” diye atladı. “Hayır dedi profesör, “Bu deneyin esas anlatmak istediği; Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın.” Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar?” “Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, başkalarına faydalı olmak. Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir “ .Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı."
(İktibas: Türkiye Gazetesi - Ahmet Sağırlı)

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra; “Bugün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir imtihan yapacağız” dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü: “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladıar. Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir defa daha sordu: “Bu kavanoz doldu mu?” Bir öğrenci “Dolmadı herhâlde” diye cevap verdi. “Doğru” dedi, profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş bütün kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.Sınıftakiler bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya kadar suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, bir boşluk mutlaka vardır” diye atladı. “Hayır dedi profesör, “Bu deneyin esas anlatmak istediği; Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın.” Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar?” “Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, başkalarına faydalı olmak. Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir “ .Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı."
(İktibas: Türkiye Gazetesi - Ahmet Sağırlı)
7 Mart 2009 Cumartesi
Necip Fazıl Kısakürek - Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz,
İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan,
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…
Etiketler:
Canım İstanbul,
İstanbul,
Necip Fazıl Kısakürek,
Şiir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)